ŞİİR VİRÜSÜ 

Yoğun kar nedeniyle dışarı fazla çıkamadığımdan, birkaç gündür sürekli Site içinde kalmaya başlamıştım. Bir ara sıkıldım ve kendi kendime "hadi gidip şu bizim Edebiyat Lokaline bir takılayım; dostlar bu karda kışta ne ederler, nasıl vakit geçirirler" diyerekten lokale doğru koyuldum. Bir taraftan yürüyor, bir taraftan da binlerce kez tekrarladığım gibi, yine, "her yarda kar var/kalbim senin bu gece" şarkısını mırıldanıyordum. Aslında bağıra bağıra söylemek istiyordum da, Site sakinleri belki "rahatsız olur" diye bağıramıyordum.  

Lokale yaklaştığımda içerisinin tıka basa dolu olduğunu ve dışardan da içeri girmeye çalışan bay bayan bir sürü insanın olduğunu görerek şaşıp kalmıştım. İnsanlar sanki akın akın lokale geliyorlardı. Kim bilir, bu karda kışta gidecek başka yer olmadığından olsa gerek diye düşündüm. Hatta, dikkatlice baktığımda içlerinden bazılarının çaktırmadan içeri sızmaya çalıştığını görüyordum.  

Yapılacak başka şey yoktu. Ben de içeri girmeliydim.  Ve birkaç kişiyi omuzlayıp (!) ite kaka daldım içeri. 

İçerisi dışardan da anlaşıldığı gibi tıka basa doluydu. Sayın Sarak'ın "Sigarayı Bırakma" kampanyasını pek çok kişi "bırakma" olarak algılamış ki, içerisi sigara dumanından göz gözü görmez bir haldeydi. Genzime kaçan sigara dumanının etkisiyle birkaç kere öksürmek zorunda kaldıysam da, fazla sürmedi rahatsızlığım ve etrafı dolaşmaya başladım.  

Hemen gözüme kalabalık bir grup ilişti. Bu guruptaki bay ve bayan pek çok kişi, ortada duran bir başka bayana iltifatlar yağdırıyorlar, kırmızı güller vermeye ve imza almaya çalışıyorlardı. Oradakilerden birine sordum "- kim bu bayan?" diye, "- tanınmış bayan şairlerimizden Arzu Eşbah" dediler. Ben de kendisine hayrandım ve fırsat bu fırsat deyip "hayranlığımı kendisine bildirmek" istedim. Ama kalabalıktan yanına yaklaşmak ne mümkün. Bir taraftan bir sandalyeye çıkıp kendisini görmeye çalışırken, diğer taraftan pür dikkat konuşmaları dinliyordum. Bazıları ısrarla "- Arzu Hanım şiirlerinizi bir de kendi sesinizden okusanız, ne olur" diyorlardı. O'da "arkadaşlar lütfen, ben yalnızca şiir yazarım, şiir okumak ayrı bir yetenek işidir" demeye çalışsa da, bu yöndeki ısrarlar bitmek bilmiyordu. 

Çaresiz oradan ayrılırken bir başka kalabalık gurup gördüm ve guruba doğru yaklaştım. Hayrettir ki bu gurubun ortasında da yine bir bayan vardı. Etraftakiler kendisine sürekli "Ünsal Ablacığım" diye hitap ediyorlar ve son derece saygı gösteriyorlardı. Bu bayan da her soruya yanıt yetiştirmeye çalışıyor ve herkese iltifatlar yağdırıyordu. Tam geçerken göz göze geldik ve "ooo Sarı Kardeş, hâlâ bir acı çayımı içmeye gelmediniz" diye nâzikçe sitemde bulunmaz mı?. Ben de mahcubiyet içerisinde "en kısa zamanda Ünsal Hanım" dedim. Dedim ama, dedikten sonra da kıpkırmızı oldum, çünkü bu kendisine verdiğim kaçıncı sözdü. Oradan uzaklaşırken Ünsal Hanım'ın "Muzaffer'ime" diye başlayan yeni bir şiirini okumaya başladığını duydum. Bu Muzaffer'in ben olmayıp,  kırk yıllık can dostu, kalbini yıllarca evvel kendisine kaptırdığı Adaşım olan "Sevgili Eşi" olduğunu hemen anlayıvermiştim. 

Dolaşmaya devam ederken bir gurup daha dikkatimi çekmişti. Bunlar sırayla yüksek sesle sürekli şiirler okuyor, içlerinden biri de her şiirden sonra "üstâd, şiirinizde, şiirimsel ve normatif dışa vurumların yoğunluğunu gözlemliyorum.düşsel işlevlerin okuyucunun ruhsal ve doğasal benliğinde bazen buruk ve bazen de doyumsuz tâtlar bıraktığını görüyorum. Hüzünlü akşamlardaki yıldızların ışıltıları." gibi ve buna benzer pek çok hoş sözler söylüyor, dinleyenlerin ilgisini çekiyordu. Belli ki okunan şiirlerin "eleştirisini" yapıyordu. Doğrusu ben denilenlerin çoğunu anlayamıyordum ama, kendisini dinleyenlerin hayranlığından "iyi konuştuğu" belliydi. Bu kişinin Armağan Konyalı olduğunu öğrenmiştim. Sonra giderek kalabalıklaşan gurupta kimler var kimler yok diye şöyle bir baktığımda; Necati Albayrak, Ahmet Kezer, Mehmet Gülçek, Mahmut Erdemli, Köksal Özkapu, Suat Türkay, Şevkiye Kapan, Fahriye Oruçoğlu, Necla Doğan, Ayşe Banu Koç, Halis Gümüşoğlu, Emine Leyla Kuleyin, Ayla Şeker, Arzu Oflazlar, Cengiz Aladağ, Mehmet Yoğurtçu, Mahmut Kaan Yüksel, Hasan Fahri Göncü, Rıdvan Çiçek, Ali Haydar Yücesoy, Zeynel Sarıbuğa gibi tanıdık simâları gördüm. Hepsi de harıl harıl "şiir" konuşuyordu.  

Yavaşça oradan uzaklaşırken,  ellerindeki "bond" tarzı çantalarından "avukat" oldukları belli olan iki kişinin kendi aralarında dertleştiklerini gördüm ve kulak misafiri olduğumda; biri diğerine "- Abi vallahi bıktım. Edebiyat Köşesindeki yazılara cevap yetiştirdiğimiz yetmiyor gibi, bir de Özel Hukuk Köşesi'ne cevap yetiştiriyoruz. Bizden başka hukukçu yok sanki, valla Aydın Başar'a şikayet edeceğim. Biraz da sorulan sorulara başkaları cevap versin ama değil mi?.. Vallahi verdiğimiz cevaplar ücretli olsaydı on kere köşeyi dönmüştük. Vallahi yeter Abi ya, zaten Ferrarimi de sattım biliyorsun. Kaçacağım bilinmeyen, pardon bilgesi bol olan bir yere." diye yakınırken, diğeri "- Haklısın Valla Türabi Kardeş. Ben de yoruldum. Özellikle Özel Hukuk Köşesine Cevap yetiştirmekten. Vallahi kendi işlerim aksamaya başladı. " diye, dert yanıyordu. Anlamıştım konuşanların Türabi Tomur ile Hüsnü Yıldırımer olduğunu. Tek "hukuk" konuşan ikisiydi."-Aman beni görmesinler, yoksa sen neden sorulara cevap vermiyorsun" diye söylemediklerini bırakmazlar, düşüncesiyle oradan sessizce uzaklaşırken, yanlarına Ali Özden'in koşarak geldiğini ve "Değerli Üstâdlar, size bir sorum olacak; .somut olayda;." diye yeni bir hukuki tartışma başlattığını gördüm. Son kez baktığımda hararetli tartışma tüm şiddetiyle devam ediyordu.    

Nereye doğru gideceğimi bilemezken, bir elin omzuma dokunduğunu fark ederek döndüm. Coşkun Atılğan'dı "- Na'ber üstâd, nasılsın" derken "- sorma Abi, moralim çok bozuk" dediğinde "hayırdır, ne oldu" diye merakla sordum hâliyle."- şu soyadımdaki yumuşak g yüzünden başıma gelmedik kalmadı" dedi. Ben de kendisine "- neden dava açıp değiştirmiyorsun" diye sorduğumda "- mâlum bilirsiniz, terzi söküğünü dikemez" dedi. Hak verdim kendisine ve dolaşmaya devam ettim.  

Tüm sinirini elindeki tesbihten çıkarmaya çalışan birinin davranışları dikkatimi çekmişti. İbrahim Menderes Çölova'dan başkası değildi bu. Yanına yaklaştım ve "- hayrola, ne bu şiddet, bu celâl" dediğimde "- ne olsun daha Abi, tutuklu bir müvekkilim vardı, ne yaptıysam da duruşmada yanıma vermediler, sinirim hâlâ geçmedi" dedi ve tespihini birkaç kere daha "şaklattıktan" sonra sinirli bir şekilde yanımdan ayrıldı. 
 
 

Tam dalmıştım ki; biri daha dikkatimi çekti. Bir masaya tek başına oturmuş ve dirsekleriyle dayandığı masada yüzünü iki ellerinin arasına almıştı. Önünde 5-6 tane boş bira şişesi ve yerlerde yazıldıktan sonra buruşturularak atıldığı belli olan yirmi otuz adet buruşuk A4 cinsi kâğıtlar sağa sola dağılmış durumdaydı. Bu kişinin hafif sakalları uzamış, uykusuzluktan gözlerinin altı şişmiş ve saçlarını da birkaç gündür taranmadığı her hâlinden belliydi. Bir süre çaktırmadan izledim kendisini. Düşünüyor düşünüyor ve aniden bir şey bulmuş gibi hemen önünde duran kaleme kâğıda sarılıyordu. Bir şeyler yazdıktan sonra başını şöyle bir kaldırıp "olmuyor.olmuyor.olmuyor anasını satayım" diye söylendikten sonra, kızgınlıkla kâğıdı elinde buruşturuyor ve yere fırlatıp atıyordu. 

Sonra dikkatlice baktım bu kişiye ve gözlerime inanamadım.

Darbecibaşımız Faruk Gök'ten başkası değildi bu.  

Bitkin ve yorgun bir hâldeydi. 

O'nu o halde görünce nutkum tutulmuştu şaşkınlıktan. 

Bir süre daha sessizce izledim kendisini.

Buruşturarak attığı kâğıtların sayısı giderek artıyordu.

Daha fazla bekleyemedim ve yanına yaklaşıp;

"- hayrola Ağabey bu ne hâl" deme cesaretini gösterdim.

Bir süre hiçbir şey duymamış gibi hareketsiz kaldı ve sonra yavaşça başını ellerinin arasından kaldırarak bana baktı.  Donuk bir sesle;

"- ne istiyorsun" diye sordu. Gözleri kan çanağına dönmüştü.

"- Şeyyy, ağabey, yani üzgün gördüm sizi de. Bir sorun mu var acaba diye soracaktım" dedim.

Kaşlarını çattı ve dik dik bakarak;

"- seni tanıdım, sen Sarı değil misin?" diye sordu.

"- Evet paşam, bildiniz." diyebildim.

Sonra biraz doğruldu ve dirseklerini masadan kaldırarak ağır ağır konuşmaya başladı;

"- şiir yazmaya çalışıyorum. ben de şiir yazacağım. hem de âlâsından. Ünsal'dan, Necati'den, hatta. hatta. adı neydi yav, sen bilirsin, hani şu son günlerde güzel şiirler yazan bir hanım vardı ya?"

"- Arzu Eşbah mı ağabey" dedim.

"- Hah, evet, O'ndan bile güzel şiirler yazacağım Sarı, göreceksin bak". dedi. Hırslı olduğu her hâlinden belliydi.

Sonra yine kısa bir süre daldı ve sonra sesini biraz daha yükselterek devam etti;

"- hem Ünsal eşine onlarca şiir yazmış. Ben ise Sevgili Can Dostum, Hayat Arkadaşım Tümay'cıma bir şiircik bile yazamadım bu güne kadar. Hep yaşamı gırgıra aldım, tî' ye aldım. Hep güldürdüm çevremdekileri  ve Sevgili Eşimi. Bir kez olsun romantik olamadım Sevgili Sarı, anlıyor musun beni?" derken, hüzünlü gözlerle bana bakıyor ve benden destek bekliyor gibiydi.

"- Ağabey üzülme, elbet sen de yazarsın bir gün" diye kendisini teselli etmeye çalışırken, bir taraftan da;

"- hem Ağabey senin de çok güzel mizâhi tarza yazıların var, sen de bu konuda çok yeteneklisin" diye de konuyu değiştirmeye çalışıyordum. Ancak O, cebinden çıkardığı bir  kağıt mendil paketinden bir adedini itina ile çıkarıp, yüzünde ve alnında biriken terleri sildikten sonra, bakışlarını benden kaçırarak gözlerini tavana dikti. Bir süre öylece baktıktan sonra ağır ağır konuşmaya başladı;

"- sen de anlamış olmalısın Sarı, mizâh ispirto gibi, hemen uçuveriyor. Kokusunu duyuyorsun, hissediyorsun kısa bir süre.ama o kadar işte. bir de bakmışsın uçuvermiş. hiçbir şey kalmamış. kokusu bile. Ya da nasıl anlatsam? Saman alevi gibi. Parlıyor ve sönüyor. Oysa şiir öyle mi?..  kalıcı bir parfüm gibi. Uzun süre etkisini yitirmiyor, günlerce aynı kokuyu duyuyorsun, hissediyorsun. kor ateşi gibi, sıcaklığını uzun süre duyuyorsun. şiirin böyle bir şey olduğunu anladım işte Sarı." .  

Hiçbir şey söyleyemedim. Birbirimizi anlamışcasına konuşmadan bakıştık kısa bir süre. O devam etti;

"- hem mizâh yazacak köşe mi var Sevgili Sarı, sen değil miydin Aydın'dan günlerce mizâh köşesi isterim diyen". Ne oldu, açtırabildin mi mizâh köşesini. Haklı tabi Aydın. Bu Sitede bu kadar şair varken, mizâha yer ayrılır mı? Sonra bilmem fark ettin mi, bu şâirler hep kendileri yazıyorlar. kendileri üretiyorlar. Oysa mizâhçılar ne yapıyor?..  giriyorlar internetteki mizâh sitelerine, hazır yazıları kesip kesip buraya yapıştırıyorlar. Kendiliğinden mizâh yazan; ben ve Sarak'dan başka kaç kişi gördün bu sitede?... İşte bu yüzden Aydın mizâh istemiyor. Haaaa, bir ara salgın olan o anekdot virüsü mizâh değildi. sakın karıştırma onu. o yaşamın  doğasında var olan bir şeydir... gerçek mizâh odur işte."  diye devam etti.  

Konuştukça coşuyor,  coştukça konuşma isteği artıyordu;

"- hem bak sana bir şey daha söyleyim mi? Sen de yazdın bu güne kadar mizâh yazısı, kaç kişi hatırlıyor yazını ha? Hatırlamaz tabi. Uçtu gitti. buhar oldu. Ama, şiirler öyle mi? Ben bile şimdi sana, bu Sitede yazılan en az on şiiri ezbere okuyabilirim. Yazılan şiirleri kesip kesip saklıyormuş şiir sevenler. Hiç mizâh yazısını saklayan ya da saklamak isteyeni gördün mü? Duydun mu?...  Kitap olarak basacaklarmış şiirlerini, haberin var mı?..  ne diyeyim, helâl olsun onlara." 

Birden kısa bir süre sustu ve sonra yeniden devam etti;

"- biliyorsun, darbe-marbe edebiyatı ile bir süre gündemde kaldık. Ama, onun da suyunu çıkarıverdiler çabucak. Bu hukukçu milleti böyledir zaten. İşte Sarı, anladın mı neden şiir yazmaya çalıştığımı?"  

Sustum yanıt veremedim. O birden önündeki bira şişesinde kalan biranın tamamını fondipledi ve bir eliyle de ağzını silerken, kararlı bir şekilde bana döndü ve;

"-  neyse, sen şimdi beni rahat bırak da, şu şiirimi tamamlayım" dedi.

"- Tabi Ağabey, nasıl istersen" diyerek, yanından yavaşça uzaklaştım.   

Kafam karmakarışık olmuştu. Yaşam kuralları acımasızdı. En güçlülerin bile mutlaka bir zayıf yönleri oluyordu. Ve günün birinde bu zayıf yönleri apaçık ortaya çıkıveriyordu. Koca Darbecibaşımızın melânkolik bir duruma düşmesine, ile de "şiir yazacağım" diye tutturmasına ve bu yüzden kendini yıpratmasına bir anlâm veremiyordum.  

Yaşamda daha anlayamadığım o kadar çok şey vardı ki. 

Son kez kendisine dönüp baktım. Bir şeyler yazmaya çalışıyordu önündeki kâğıda... Yazdı da. Ancak birden bire kâğıdı parçalarcasına eline aldı, buruşturdu ve sinirli bir şekilde yere attı. 

Sonra da yavaşça dirseklerini yeniden masanın üstüne koydu, yüzünü de iki elinin arasına aldı. 

"Düşünen adam heykeli" gibi öylece kalakaldı... 

Sonra bir köşeye iliştim ve boş boş gelene gidene bakmaya başladım. Bir süre sonra kapıdan içeri biri girdi ve hemen etrafı kalabalıklaşıverdi. Gelen Hamit Sarak'tı, tanıyordum kendisini. Hemen soru yağmuruna tuttular;

"- Hamit Bey, bir süredir göremiyoruz sizi",  "nerelerdeydiniz", "kayboldunuz ya bir süre, eksikliğiniz hemen hissediliverdi" gibi, onlarca soru ardı ardına geliverdi.

"- Valla, şu nöbetlerden gözümü açamadım inanın, ilk defa bugün eve erken geldim ve uzun süredir yapmak isteyip de yapamadığım bir şeyi yaptım arkadaşlar" diyerek, hepsine birden yanıt vermiş oldu. Ama verilen yanıt yeni bir sorunun sorulmasını gerektirir cinstendi ve hemen biri dayanamayıp soruverdi;

"- hayrola ne yaptınız Hamit Bey?"

"- Eşim ve biricik kızımla yürüyüş yaptım, ailece dolaştık saatlerce, inanın tüm yorgunluğum kayboldu" dedi.

Kalabalıktan; homurtular yükseldi, duyabildiklerim arasında şunları anlayabilmiştim: Erkeklerden bazıları;

"- biz de sanmıştık ki", derken. bayanlardan bazıları ise;

"- helâl olsun adama ya, günümüzde hâlâ böyleleri de var" diyorlardı.

***************

Oradan ayrılıp, daha içerilere doğru gittiğimde, Lokalin en dip tarafında camekânlı bir bölme olduğunu gördüm. Bölmenin içinde üç masa ve her masa üzerinde ayrı bir bilgisayar monitörü vardı. İçerdeki adam ise, sürekli olarak bir monitörden diğerine yetişmeye çalışıyor ve sürekli olarak klavyelerde bir şeyler yazıyordu. 

Tanımıştım kendisini... Aydın Başar'dı. 

İçeri girsem mi, girmesem mi diye düşünürken, cesaretimi topladım ve dalıverdim içeri. Karşısında tanımadığı birini görmenin şaşkınlığı içinde bana bakarken;

"- kolay gelsin Aydın Bey" deyiverdim. Davetsiz bir misafirle karşılaşmış olmanın şaşkınlığı ve biraz da rahatsızlığı içinde;

"- teşekkür ederim" deme zorunluluğunu hissetti. Hemen tanıttım kendimi;

"- aaa, evet anımsadım sizi" dedi, ama, anımsayamadığı ve ayıp olmasın diye öyle demek zorunda kaldığı her hâlinden belliydi. Ama adamcağız haksız da sayılmazdı. Onbinin üzerinde üyesi olan bir Site'de herkesi -hele hele beni- tanıması, anımsaması kolay mıydı?.  

Konuşma konusu yaratmak için;

" - biraz evvel, Darbecibaşımızı gördüm de, şaşırdım kendisine" dedim.

" - Evet, biliyorum ve ben de üzülüyorum hâline.virüs kapmış" dedi. Birden donakalmıştım.

"- Ne virüsü, kış gribi mi, yoksa kuş gribi mi" diye merakla sordum. O gayet sâkin;

"- hayır, hayır. bu yeni bir virüs" dedi ve devam etti;

"- shiir, yani ŞİİR virüsü" dedi.

Kafam Allah bullak olmuştu. Darbecibaşımız virüs kapmıştı ha?... Korkarak sordum kendisine;

"- Ölümcül bir virüs müdür bu?" dedim. Hafifçe gülümsedi ve;

"- korkma, korkma. Allah korusun, hiçbir hayati tehlikesi yok. yalnızca bu virüsün bulaştığı kişi,  kendisini "şair" olarak görmeye başlıyor ve "aşırı şekilde şiir yazma eğilimleri" gösteriyor" dedi. 

Bir an Darbecibaşımızın davranışları bir bir gözümün önünde canlandı ve içimden;

"-  demek Adamcağızın garip davranışları, kaptığı virüstenmiş" diye üzüldüm. Bu arada da bayağı meraklanmıştım.

"- Peki bu virüs kimden ve nasıl bulaşmış" diye sordum. Kısa bir süre düşündü ve;

"- Önceleri de vardı. zaman zaman Ünsal Çankaya'da, Necati Albayrak'da ve bazı arkadaşlarda görülmüştü. Ama bu kadar yaygın değildi.". Hem konuşuyor, hem de gözünü bilgisayardan ayırmıyordu. Bazen duraklıyor ve dikkatini tamamen ekrana veriyordu. İnternet aracılığı ile gelen yeni yazıları okuyordu anlaşılan. Devam etti;

"- Evet ne diyordum, ha, dediğim gibi, önceleri bu virüs bu kadar yaygın değildi. ta ki Arzu Eşbah Siteye taşınana kadar. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Virüs herkese yayıldı. Önüne geçmeye çalıştıysam da BAŞAR-a-madım. Kuş gribinden beter çıktı Sayın.Sayın. Özür dilerim neydi soyadınız?"

"-  Sarı, Sayın Başar"

"-  Evet Sayın Sarı, maalesef bu virüsün önüne geçemedim. Ve olanlar oldu en sonunda Gök Paşa'da bu virüsten nasibini aldı" dedi. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi durdu ve;

"-  Konuşmaya daldık, unuttuk, ne içersiniz bu arada?" diye sordu.

"-  Çay" dedim. Çayları söyledi ve yeniden bilgisayar ekranına dikkatlice baktı;

"-  Üff. "Mesleki Haberler" de yine "kavga" çıkmış. Bıktım valla Sayın Sarı, bu Site beni bitirecek, tüketecek. yaşlandım inanın. Her birinin ayrı bir derdi, ayrı bir isteği var. Hangisine yetişeceğimi şaşırdım. Geçenlerde biri daha fazla gündemde kalmak için Edebiyat yazısını Bilgisayar Köşesine yazmış. Düşünebiliyor musun? Böyleleri de var.". Birden kulaklarıma kadar kıpkırmızı kesildiğimi hissettim. "Allah'tan kim (!) olduğunu anımsamıyor" diye de, için için sevindim.

Konuyu çabucak değiştirmek için;

"- Şu şiir virüsü için, ne gibi önlemler almayı düşünüyorsunuz?" diye soruverdim.

"- Vallahi ne yapacağımı bilemiyorum, şaşırdım kaldım" dedi.

Tam sırasıydı kendimi O'na kanıtlamanın.

"- Ben size birkaç öneri sunabilirim" dedim. Gözlerini umutla ve merakla bana dikti;

"- Nasıl yani? Nasıl yani?" diye ardı ardına sordu. Fırsatı iyi kullanmalıydım.

"- Öncelikle virüs kapanları toplu olarak itlâf edelim" dedim. Şaşırmıştı. Göz bebekleri birden kocaman olmuştu. Tam soracaktı ki, devam ettim.

"- Yanlış anlamayın toplu itlâf dediysek. Yani, anladığınız mânâda değil Sayın Başar, yani demek istiyorum ki; virüs kapanları toplu olarak Siteden atalım" dedim. Biraz evvelki korku ve şaşkın bakışları biraz rahatlamıştı ve;

"- Olur mu öyle şey canım, Sitede kimse kalmaz o zaman" dedi. Haklıydı.

"- O zaman, virüsü yayanları atalım, Çankaya'yı, Eşbah'ı, Albayrak'ı ve diğer taşıyıcıları" dedim. Kararsız kalmıştı. Saçlarını karıştırmaya başladı;

"- Ayıp olmaz mı ya?" dedi.

"- Sudan bir sebep bulursunuz canım" dedim. Kafasının karıştığı her hâlinden belliydi.

"- Başka bir öneriniz var mı Sayın Sarı" diye sordu. Etkili olmaya başladığımı anlamıştım. Üzerine üzerine gitmeye başladım.

"  - Size bir öneri daha, Armağan Konyalı ile anlaşın, her yazılan şiiri acımasızca eleştirsin. Her eleştirisi olumsuz olsun. Yazanı yerden yere vursun. Böylece şiir yazanın morali bozulacağından, bir daha şiir yazmayacak ve bu hastalıktan kurtulacaktır" dedim. İlginç bulmuştu bu önerimi anlaşılan.

"- İyi ama, Armağan Konyalı ile samimiyetim yok ki, hem nasıl isterim böyle bir şeyi O'ndan?" diye sordu. Fırsatı değerlendirmeliydim. Ne de olsa meslekî tecrübelerim vardı;

"- Siz o işi bana bırakın" dedim.

"- İlginç adamsınız vallahi, daha daha başka önerileriniz var mı acaba?" diye, ilgili bir hâlde sordu. Kendime güvenim artmıştı.

"- Olmaz mı Sayın Başar, meselâ. meselâ.Edebiyat Bölümündeki ikonları kaldırın ki, hiç kimse şiir yazana gül göndermesin. Bunlar duygusal insanlardır, gül göndermedin mi küserler" dedim.

"- Hımmm, enteresan bir öneri" dedi. Keyiflenmiştim;

"- Bakın daha da ilginç bir öneri size.Edebiyat Bölümünün başlığını "Mizah Bölümü" olarak değiştirin. Böylece "Şiir Köşesi" bulamayanlar şiirlerini yazacak köşe de bulamayacaklar" dedim. Birden bir kahkaha attı ki, camekânlı bölmenin dışındakiler bile dönüp baktılar merakla.

"-  Siz yok musunuz siz? Evet evet şimdi daha iyi anımsadım sizi. Pes yani" dedi ve devam etti;

"-  Durun sakın bir yere gitmeyin, lavaboya kadar gidip geleceğim" diyerek yerinden kalktı ve giderken hâlâ gülmeye devam ediyordu. 

**************

Yalnız kalmıştım. Bir süre sağa sola baktım. Sonra; "şu monitörlerde ne yazıyor" merakımı gidermek için, şöyle göz ucuyla monitörlere bakmaya başladım. 

Monitörün birinde Adalet Org Sitesi Sayfası açık duruyordu. Diğerine baktım, Siteye yazılan yazılardan birine cevap olarak hazırlanmış bir yazı vardı.

"Hadi diğerine de bakayım" dedim.  

O' da ne???

Gözlerime inanamadım. Dondum kaldım âdeta. 

Ekranda yazılmış bir ŞİİR vardı ve altında da AYDIN BAŞAR yazıyordu.

Aydın Başar' da ŞİİR yazmıştı.

Şiir virüsü O'na da bulaşmıştı. 

************** 

Virüs bana da bulaşmadan derhâl kaçmalıydım oradan.

Habersizce gitmeme nasıl olsa bir bahane uydururdum sonra.

Panikle çıktım bölmeden.

Birkaç kişiye çarparak, birkaç da sandalye devirerek lokalden kendimi dışarı attım.

"Oh. Şükür dedim" kendi kendime. Ucuz kurtulmuştum.

Dışarısı buz gibi soğuk ve lapa lapa kar yağıyordu.

Yine aklıma o şarkı geldi ve bu defa daha yüksek sesle söylemeye başladım: 

"Her yerde kar var/ Kalbim senin bu gece. Kalbim senin bu gece.Kalbim senin bu gece. Kalbim senin....."  

Ne oluyordu bana???

Sonra birden hüzünleniverdim. duygulandım. durgunlaştım.

Sonra birinin yanıma geldiğini gördüm. Tanrım nasıl bir güzellikti o???  Nutkum tutulmuştu. Kekeleyerek sordum;

"- Siz. siz. kimsiniz acaba?" dedim. Saçlarını şöyle bir hafifçe savurdu, bembeyaz dişleriyle tatlı tatlı gülümseyerek: 

"- Ben senin ilhâm perinim" dedi.  

"- İlhâm Perim mi?" diye tekrarladım. Sesim soluğum kesilmişti. Tir tir titriyordum. O, tatlı gülümsemesini sürdürdü; 

"- Sende ŞİİR yazacaksın, benden ilhâm alacaksın" dedi. 

????????? 

***************** 

Her şeyi anlamıştım.

Olan olmuş.

ŞİİR VİRÜSÜ bana da bulaşmıştı. 

THE END 

(Adalet Org Sitesi için yazılmış olup, öyküde adı geçenler bu Sitenin üyeleridir) 








 
 
 
Sarı Hukuk Bürosu avtr.net üyesidir.