ÜNLÜ AVUKAT 
 

Bir taraftan kahvaltı sonrası keyif çayını yudumlarken, aynı zamanda da önündeki gazeteleri okuyordu.

Pazar günleri hep aynı şeyleri yapardı. Ailesiyle birlikte kahvaltı eder, kahvaltı esnasında yalnızca göz attığı gazeteleri, kahvaltıdan sonra ilânlarına kadar okurdu.

Bu kez, ilk sayfaya takılıp kalmıştı.

Tekrar tekrar okuyordu.

Ülkenin tirajı en yüksek iki gazetesi de aynı konuyu manşetlerine taşımışlar ve "Ünlü  Avukatların Hukuk Savaşı", "Ünlü Avukatlar Kapıştı" şeklinde, benzer başlıkları kullanmışlardı. 

Erdem Bey de "avukattı".

Kendisi de günün birinde "ünlü" ve "zengin" bir avukat olmak istiyordu.  

Haberin konusu bir "manken" ile ilgiliydi.

Mankenin yarı çıplak büyük boy resimlerinin yanına, avukatların da küçük boy resimleri konmuştu.

"Vay be." dedi Erdem Bey, "bir manken müvekkilimiz bile olmadı ki,  biz de böyle büyük gazetelerin birinci sayfalarına çıkalım". 

Sonra gazetelerdeki bu haberlerin ayrıntılarını okurken, geçmişe doğru daldı gitti. 

Ne umutlar ve ne hayallerle "avukat" olmuştu.

Fakir bir ailenin çocuğu olarak zor şartlarda okumuş, ancak Hukuk Fakültesini bitirmeyi başararak "avukatlık" mesleğini seçmişti. 

Aslında başlangıçtaki ideali "hâkim" olmaktı Erdem Bey'in.  Ancak yaşam şartları O'nu "avukat" yapmıştı.

Kendisi de anlayamamıştı nasıl olduğunu. Fakültede öğrenci iken, bir "avukat bürosunda" çalışmak zorunda kalmış ve bu nedenle de kendisini bu mesleğin içinde buluvermişti. 

Büyük beklentileri vardı.

Ünlü ve zengin bir avukat olacaktı.

Sonrası nasıl olsa kolaydı. Ya avukatlığa devam edip "seçme davalar" alacak, ya da siyasete atılıp "milletvekili" olacaktı. 

Gözü yine gazetelerdeki habere ilişmişti.

Sonra da; "ünlü ve zengin olmanın yolu; bir mankenin. bir şarkıcının. bir popçunun. bir topçunun. ne bileyim işte, bir ünlünün avukatı olmaktan geçiyor" diye düşündü. 

"Ünlü" olmak için "ünlü birinin avukatı olmak" gerekiyordu.

Bunu hep biliyordu, ama şimdi daha iyi anlamaya başlamıştı. 

Sigara içme bahanesiyle balkona çıkmıştı ve burnundan çıkardığı dumanlara boş boş bakarken aslında hep bunları düşünüyordu. 

Ne yapmalıydı ki, kendisi de gazetelere "manşet" olsundu?

Hadi manşet olmasa bile, bir habere konu olması şarttı. 

Birden aklına "sosyal çevresi" gelmişti.  

Morali bozulmuştu. 

Nasıl bozulmazdı ki? 

Kendi kendine "çevre mi var bende!!!" demiş, sonra da ;"iyi hukukçu olmak yetmiyor ki, ağzınla kuş tutsan meşhur olamazsın bu devirde, ille de meşhur müvekkilin olacak" diye düşünmeye devam etmişti. 

Aslında, eşinin amcası üst düzey tanınmış bir bürokrattı. O'nun avukatlığını almak için çok çaba harcamış, hatta eşini de aracı koymuştu. Ama "O" zat, kendisine hiç yüz vermemiş ve hep "benim avukatlık hiç işim olmaz" demişti.

Halbuki, Erdem Bey "O" kişinin, kendinden daha tecrübeli ve daha tanınmış bir avukatı olduğunu ve halen de devam etmekte olan birden fazla davaları bulunduğunu çok iyi biliyordu.

Bu yüzden dargındı kendisine.

En yakını olarak gördüğü bir kimse bile, kendisine "avukat" olarak değer vermemişti.

En çok da bu yüzden hırslanıyordu.

Günün birinde mutlaka "ünlü" olacaktı ve "O" kişiyi bu davranışlarından dolayı utandıracak, sonra da O'na dönüp bakmayacaktı. Hatta kendisine "gel benim de avukatım ol" diye yalvarsa bile "ben küçük işlerle uğraşamam" diye, aşağılayacaktı O'nu. 

"Bir gazetede haber olmanın tam zamanı" diye düşünürken, bir sigara daha yakmıştı ki, eşinin sesiyle irkildi;

"- Gazeteleri okundun mu Hayatım?" diye soruyordu eşi.

Gazete manşetleri Erdem bey'in henüz iki yıllık eşi olan Aysun Hanımın da dikkatini çekmişti.

Nasıl dikkat çekmezdi ki?

Her iki gazetenin de manşetleri "avukatlardı" ve Aysun Hanım da bir "avukat" eşiydi...

Erdem Bey kıskandığını belli etmemeye çalışarak;

"- Evet okudum, her iki avukatı da tanırım." diyebildi.

Aslında ismen tanıyordu ama, Adliyelerde karşılaşmışlığı vardı bu avukatlarla. Bu yüzden "tanıyorum" demişti.

Aysun Hanım hem Gazeteye bakıyor, hem de;

"- Sana bir şey söyleyeyim mi Hayatım? Bu devirde "meşhur avukat" olmak için, meşhur müvekkilin olmalı, öyle değil mi?" diye sordu, sonra da sorusunun yanıtını almadan;

"- Seni de ben meşhur edeceğim Canım, ne de olsa tanıdığın en meşhur kişi benim" diye esprili şekilde devam etti. 

Erdem Bey fena halde bozulmuştu eşinin son esprisine. 

Belli etmemeye çalışmışsa da, suratının aldığı şekil bunu apaçık yansıtmıştı.

"Bir gün ben de meşhur olacağım ve "Sen" de mahcup olacaksın Sevgili Eşim. "Sen" de." diye manidar bir şekilde başını salladı. 

**** 

Erdem Bey, cep telefonunun acı acı çalan alarmı ile zoraki uyandı.

Nefret ediyordu cep telefonunun alarm sesinden.

Uyku öylesine tatlıydı ki.

Telefona baktı ve istem dışı olarak "ertele" tuşuna bastı.

Beş dakika daha uyumak için hep öyle yapardı, ama, beş dakika kendisine beş saniye kadar kısa gelirdi.

Yine öyle olmuş ve telefonun alarmı yeniden çalmaya başlamıştı.

"Kalkmam gerek, evet kalkmalıyım, köprüyü saat yediden evvel geçmeliyim" diye kendini şartlandırmaya başlamıştı.

Oysa saat sabahın henüz beşiydi. 

Erdem Bey İstanbul'un Anadolu Yakasında oturuyordu ve her sabah saat kaç olursa olsun, banyo yapmadan ve tıraş olmadan evden çıkmazdı.

Ayrıca her gün -beş on dakika da olsa- evde kendince kültür-fizik yapardı.

Tüm bunlar için geçecek zaman yaklaşık bir saati geçerdi.

Bu yüzden de iki saat evvelinden kalkmayı alışkanlık edinmişti.

Uyumakta olan eşini uyandırmamaya özen göstererek ve ayaklarının ucuna basarak banyoya geçmiş, kısa bir süre sonra da çıkmıştı. 

Erdem Bey titiz bir insandı.

Kılık ve kıyafetine çok önem verir "avukatlık" mesleğine yaraşır şekilde giyinmeye özen gösterirdi. Kravatsız şekilde değil duruşmaya, Adliyeye bile girmezdi. Gömlek ve kravatının takımına uyumlu olmasına özellikle dikkat ederdi. 

Gardırobundaki ütülü gömleklere tek tek bakmış, hiçbirisini giymek istediği takıma uyumlu bulmamıştı.

Uyumlu olacak gömlek ise ütüsüzdü.

Erdem Bey hiç üşenmezdi bu gibi durumlarda. Yine üşenmemiş ve ütü masasını açarak sabahın kör karanlığında gömlek ütülemeye başlamıştı.

Bu sırada sabah ezanı da okunmaya başlamıştı. 

Erdem Bey kısa bir süre içinde giyinmiş ve akşamdan hazırladığı çantasını alarak evden çıkmıştı. 

İkinci elden aldığı arabasını çalıştırdığında ortalık alacakaranlıktı henüz. 

Aracını yavaş yavaş hareket ettirirken düşünüyor ve; "sözde Avukatım ama şu hâlime bak, gece bekçisinden farkım yok" diye, için için hayıflanıyordu. 

Birden aklına "ünlü" olmak gelmişti.

"Her ünlü kişi anasının karnından ünlü olarak mı doğuyor sanki" diye düşündü ve bu düşüncesine hak vermek için de "ünlü olmanın da bir bedeli var elbet" diyerek, katlanmakta olduğu bu durumu "ünlü olmanın" bedeli olarak görmeye başlamıştı. 

"Ünlü" olduğu zaman bu gibi zorlukları yaşamayacağını biliyordu.

O günlerin yakın olduğuna inanarak, gaz pedalına biraz daha fazla yüklenmeye başlamıştı.

 

**** 
 
 

Erdem Bey Adliyeye geldiğinde ortalık henüz aydınlanmamıştı. Aracını park edeceği o kadar çok yer vardı ki. Alternatifi çok olunca, birkaç kez yer değiştirmiş ve sonunda en uygun olan yere park etmişti.

"Erken gelmenin de bu avantajı var" diye basit bir mutluluk nedeni bulmuştu kendisine. Sonra da; "iki saat erken gelip uykumdan fedakârlık yaptıysam da, otoparka vereceğim para bana kâr kaldı" diye acı acı gülümsemişti.   

Adliye henüz açılmamıştı.

İşin kötüsü Adliye yanındaki kafeterya da açılmamıştı.

Oysa canı sıcak bir çorba ve sonra da çay içmeyi o kadar çok istiyordu ki.

Saatine bakmış ve "en iyisi bir saat arabada kestireyim" diye düşünmüştü.

Hava soğuk ve yağmurluydu. Aracını çalışır durumda bırakmak istemiş ama, yaklaşık bir saat çalışacak aracın sarf edeceği benzini düşünerek vazgeçmiş ve aracını stop ettirmişti.

Üşümemek için paltosunu, vücuduna sıkıca sarmıştı.

Cep telefonunun alarmını bir saat sonraya kurmuştu. Koltuğunu arkaya doğru yaslamış, ayaklarını pedalların olduğu boşluğa uzatmış ve başını koltuğa yaslamıştı.

Aracın teybinde çalmakta olan müziğin sesini kısıp, gözlerini kapatmıştı. 

Yağmur şiddetini artırmıştı. 

**** 

Erdem Bey aracının hafifçe sarsılmasıyla uyandı.

Şaşkınlık içinde sarsıntının nedenini anlamaya ve buğulanan camları elleriyle silerek dışarısını görmeye çalışıyordu.

Ancak aracın camları tamamen buğulanmış olduğundan, dışarısını göremiyordu.

Fazla zaman kaybetmeden koltuğunu dik duruma getirdi ve hemen araçtan çıktı.

Karşısında esmer tenli oniki ilâ, onüç yaşlarında bir çocuk, önünde seyyar bir el arabası olduğu halde, korku dolu gözlerle kendisine bakıyordu. El arabasının üzerinde çöp bidonlarından toplandığı belli olan kâğıtlar, şişeler, plastik ve metal eşyalar vardı.

Erdem Bey yine bir şey anlayamamıştı. Ancak aracının önünde kırık cam parçalarını görünce sarsıntının nedenini anlamıştı.

Çöp toplayan çocuk, seyyar arabasıyla Erdem Bey'in aracına çarpmış ve sağ farını kırmıştı. 

Bir süre çocuğa baktı, sonra da;

" - Ne yaptın aslanım sen?" diye kızgınlıkla bağırdı.

Çocuk, yağmur altında korku ve mahcubiyet içinde tek kelime dahi etmeden kendisine bakıyordu.

Erdem Bey aracın kırılan farına bir daha baktı ve farın kullanılamaz duruma geldiğini gördü.

Çok kızmıştı.

Ama nedense karşısında put gibi duran çocuğa fazla bir tepki gösterememiş, hatta acımaya başlamıştı.

Erdem Bey duygusal bir insandı ve çocukları da çok severdi.

"- Biraz dikkatli olsana be koçum, bak şu yaptığına" diye çocuğa sitemli bir şekilde söylendi.

Çocuk yine yanıt vermemişti.

Erdem Bey, çocuğun korktuğunu anlamıştı, fazla üstüne gitmek istemedi.

"- Hadi al arabanı da git buradan, biraz da dikkatli ol" dedi.

Tam bu esnada çocuk birden elini cebine attı ve cebinden biri beş, diğeri on liralık buruşuk kâğıt paraları çıkarıp Erdem Bey'e doğru uzattı;

"- Abey, istersen bu paraları al" dedi.

İşte o an!!!

Erdem Bey'in eriyip bittiği an olmuştu.

Gözleri dolmuştu.

Yağmur olmasa gözyaşları açıkça görülecekti.

Gözyaşları yağmura karışmıştı.

Güç belâ;

"- Hadi git be koçum" diyebildi.

Çocuk el arabasıyla uzaklaşırken, Erdem Bey arkasından bakıyordu.

Yağmur çisil çisil yağmaya devam ediyordu. 

**** 

Bu esnada kafeterya da açılmıştı.

Erdem Bey çantasını almış ve aracını kilitleyerek kafeteryaya dalmıştı.

İlk müşteri kendisi olmuştu.

Üşümüş olduğundan kalorifer peteğine en yakın masaya oturmuştu.

O gün duruşması yapılacak olan dava dosyalarını incelerken, önce sıcak bir çorba, ardından da dört beş bardak çay içmiş ve kendine gelmişti.

Sonra da, günün henüz ilk saatlerinde yaşadıklarını düşünmeye başlamıştı.

Rüya mı görmüştü yoksa...

Yaşam herkes için ne kadar zordu. Henüz oyun çağındaki bir küçük çocuk, şimdiden yaşam mücadelesi veriyordu. Kim bilebilirdi, bu çocuğun günün birinde zengin ve ünlü biri olmayacağını. Zengin ve ünlü olmak; belki de çöp bidonlarından çöp toplamaktan geçiyordu. Örnekleri yok muydu bunun? Bir sürü vardı. Bir çobanın bile ne kadar önemli görevlere gelebildiğini Erdem Bey çok iyi biliyordu. Kendisi tüm bunlara göre daha avantajlı konumdaydı.

Kafası karmakarışık olmuştu.

Sonra aklına kırılan farı geldi.

Otopark ücreti ödemeyip dört lira kâr etmiş olmasına karşın, farının kırılması nedeniyle yaklaşık üçyüz liralık zarar etmişti.

"Kısa günün kârı" diye acı acı tebessüm ederken, saat dokuza yaklaşmıştı. 

Kafeteryadan ayrılıp, hemen yakında olan Adliyeye doğru yürümeye başladı. 

**** 
 

Erdem Bey Baro Odasındaki görevliden bir cüppe istedi.

Vestiyerin verdiği cüppeyi beğenmeyip "daha yeni ve yakası dik" bir cüppe vermesini söyledi.

Cüppesini giyip tam Baro Odasından ayrılıyordu ki; duruşmanın yapılacağı Mahkeme salonunun kaçıncı katta olduğunu bilmediği aklına gelmişti.

"- Dördüncü Aile Mahkemesi kaçıncı katta?" diye sordu vestiyere.

"- Dördüncü Aile Mahkemesi, yeni yapılan Adliye Binasında Avukat Bey" dedi Vestiyer.

Vestiyerin, soruyu yanlış anlamış olabileceğini düşünerek;

"- Aile Mahkemeleri bu binada değil mi?" diye, bu defa değişik şekilde sordu.

"- Evet Avukat Bey. Bir, iki ve üçüncü Aile Mahkemeleri bu binada, ama, dördüncü ve beşinci Aile Mahkemeleri yeni yapılan binada" diye ayrıntılı şekilde açıkladı Vestiyer.

Erdem Bey küfür etmeyi sevmediği halde, dayanamayıp okkalı bir küfür savurdu bu yanıt üzerine.

Bir taraftan cüppeyi çıkartıp iade ederken, diğer taraftan bu duruma sebep olanlara lânetler yağdırıyordu. 

Koskoca İstanbul'da yaşanan bu rezalete hiçbir haklı neden bulamıyordu. "Amipler bile bu kadar çok bölünmemiş ve parçalanmamıştır.Hukuk Fakültesini bitirmek yetmiyor İstanbul'da, bir de Adliyelerin ve Mahkemelerin nerede olduklarını öğreten fakülteler gerekli" diyordu sinirli sinirli.  

Hırsından kuduracak bir hâlde Adliyeden çıkarken, birkaç kişiye çarpmak zorunda kalmıştı.

Yeni yapılan Adliye binası, bulunduğu yere bir hayli uzaktı. Bu yüzden yürüyerek gitmesi olanaksızdı.

Ancak, duruşma saati de yaklaşmıştı. Bu kadar eziyetten sonra duruşmayı kaçırmak istemiyordu.

Aracıyla gitse otopark sorunu yaşayacağını düşünmüş ve taksi ile gitmeye karar vermişti.

Şansına boş bir taksi bulmuştu.

O saatlerde boş taksi bulmak dahi büyük şanstı.  

**** 

Erdem Bey taksiden apar topar inip, koşarak Adliyeye girmişti. Baro odasına geldiğinde soluk soluğa kalmıştı. Önceden çıkardığı paltosunu Baro görevlisine fırlatırcasına vermiş, cüppeyi de kaparcasına almıştı.

Duruşma saatine birkaç dakika kalmıştı.

Duruşma salonunun önüne geldiğinde kalbi yorgunluktan ve stresten küt küt atıyordu.

Salonun önü kalabalık olmasına karşın, duruşmalar henüz başlamamıştı bile.

Erdem Bey rahat bir nefes alırken, mübaşir duruşma listesini asıyordu.

Kalabalık arasından listeye şöyle bir göz attı ve gözlerine inanamadı. Zira aynı saate yaklaşık 30 dosya konmuştu ve Erdem Beyin duruşması sonlardaydı.

"- Hay lânet olsun, böyle şey olmaz" dedi yüksek sesle.  

Tüm yapmış olduğu plânlar alt üst olmuştu.

Yakın ilçedeki Adliyede de başka bir duruşması vardı ve oraya yetişmesi bu şartlarda olanaksızdı.

"En iyisi bekletme dilekçesi yazayım" diyerek Baro Odasına doğru hareket etti. 

Baro Odasına yaklaşmıştı ki, Baro Odasından çıkan avukat arkadaşı İlhan'la karşılaştı.

Uzun süredir görmemişti bu arkadaşını.

Fakülte arkadaşıydı İlhan. Aykırı bir kişiliği vardı. Farklı bir yaşam biçimi edinmişti kendisine. Saç şeklinden ve giyiminden de bu özelliği kolaylıkla görülebilirdi.

Belli ki, Avukatlıktan sonra da aynı tarzda yaşamaya devam ediyordu. Zira; kot pantolon ve  balıkçı yaka kalın bir kazaktan oluşan kıyafetinin üstüne cüppe giymişti. Saçlarını topuz yapmış ve arkadan bağlamıştı. Birkaç gündür sakal tıraşı olmadığı da belliydi.

Erdem Bey "arkadaşlığın" verdiği samimiyetle;

"- Bu ne hâl be Dostum???"diye sormaktan kendini alamadı.

"- Ne varmış hâlimde?" diye soruyla karşılık verdi arkadaşı.

"- Şu kılık kıyafetin bir avukata yakışıyor mu?  Kot pantolonuyla duruşmaya girilir mi? İnsan tıraş olmaz mı? Sen bu hâlinle mesleğini küçük düşürmüyor musun?" şeklindeki soruları ardı ardına sordu Erdem Bey.

"- Ne varmış kılık kıyafetimde, hem sen bu kafayı değiştir artık Sevgili Dostum, insanları kılık kıyafetleriyle değerlendirmekten vazgeç artık" diye karşılık verdi arkadaşı İlhan.

Erdem Bey arkadaşının kendisini ve sorusunu anlamadığını görmüş ve;

"- İyi o zaman, yazında şortla gelirsin Adliyeye" demiş ve konuyu değiştirmişti. 

Erdem Bey yaklaşık iki saat sonra Aile Mahkemesindeki davasına girmiş ve dava lehine sonuçlanmıştı.

Doğrusu bu, onca çektiklerine değmiş ve keyfi yerine gelmişti.

Hiç zaman kaybetmeden önüne çıkan ilk taksiye atlamış ve öteki duruşmasına yetişmek üzere yeniden yollara koyulmuştu.  

Duruşma saatinin geçtiğini bilmesine karşın, bekletme dilekçesi göndermiş olmasına ve meslektaşının kendisini nasıl olsa bekleyeceğine olan inancı ile fazla telaş göstermiyordu. Buna rağmen,  mevcut belirsizlik, kendisini az da olsa strese sokuyordu.

Bu gibi durumlarda sıkça aksilikler yaşamıştı.

Genellikle saatlerce duruşma sırası beklediği halde, nadiren geç kaldığı çok az sayıdaki  duruşmalarını kaçırmıştı. 

Erdem Bey yine koşarcasına Baro Odasına dalmış, alelacele kaptığı cüppesini merdivenlerde giymeye başlamış ve nefes nefese duruşma salonuna geldiğinde ise, bomboş bir salonla karşılaşmıştı.

Tüm duruşmalar yapılıp bitmişti. 

İçinden bir küfür daha savurup Mahkeme Kalemine doğru yürüdü.

Kalemdeki bayan memureye dosyasını sordu.

Bayan memure hemen anımsadı ve;

"- Bekletme göndermiştiniz değil mi?" diye sordu, Erdem Bey' de;

"- Evet o dosya, ne oldu? Neden beklemedi Yargıç?" diye sordu.

"- Karşı taraf avukatının başka Adliyede duruşması varmış, beklemek istemedi, bizim Yargıç da faks ile gelen mazeretleri kabul etmediğinden, dosyayı işlemden kaldırdı" dedi bayan memure. 

"Aksilikler gelince üst üste gelirmiş zaten" dedi kendi kendine Erdem Bey.

Sonra da Adliyeden yavaş adımlarla çıkarken; "ne olacak biz avukatların bu durumu? Adliyeye gitmek bile büyük sorun bu şehirde. Yatsan da olmuyor, sabahın kör saatlerinde kalksan da olmuyor." diye isyan etmeye başlamıştı ki, bir yerde okuduğu; "şartları değiştiremiyorsan, sen şartlara uyacaksın" sözü aklına geldi. "Bu şehirde onbine yakın avukat da aynı şartlarda çalışıyor, o halde şikayet etmemin bana hiçbir yararı yok. En iyisi mevcut şartlar içinde başarılı olmanın yollarını bulmalıyım" diye düşünmeye devam etti.

**** 

Erdem Bey otomobilini ilk gittiği Adliye Yakınlarında unuttuğunu fark etmişti, ama çok geç kalmıştı.

Zira; içinde bulunduğu Deniz Otobüsü, Marmara'nın mavi sularını yararak, süratle Anadolu Yakasına yaklaşıyordu.

******* 
 

Erdem Bey ve eşi o akşam davet edildiği bir hemşerisinin düğününe katılmaya hazırlanıyordu.

Her ikisi de en yeni ve en şık elbiselerini giymişlerdi.

Erdem Bey bu tür davetlere katılmaya önem verirdi. Zira; sosyal çevresini genişletmek için bu tür davetlere katılmak gerektiğine inanırdı.

Üstelik de, düğün sahipleri oldukça zengin ve hatırı sayılır kişilerdi.

Bu kişilerin avukatlığını almayı da çok istiyordu.

Düğün, İstanbul'un beş yıldızlı otellerinden birinin balo salonunda yapılıyordu. 

Erdem Bey ve eşi belirlenen saatten on ya da onbeş dakika önce gelmişti balo salonuna.

Çok şık ve markalı giysiler içindeki düğün sahipleri, kendilerini kapıda samimi olarak karşılamışlardı.

Sonra da salon görevlileri ellerindeki listeye bakarak oturacakları masayı göstermişlerdi.

Masada "Av. Erdem Bey" isminin yazılı olması, Erdem Bey'i oldukça gururlandırmıştı. Özellikle yanındaki eşine "kendisine değer verildiğini" göstermek ister gibiydi.

Her ne kadar kendilerine ayrılan masa, salonun oldukça kenarında sayılacak bir yerde olsa da, Erdem Bey bunu fazla sorun etmemişti. Zira düğüne katılımın çok fazla olacağını tahmin ediyordu.

Hemşerisi olan üst düzey bürokratlar ve zengin olarak bilinen kişiler birer birer gelmeye başlamıştı.

Gelenler büyük itibar görüyordu.

Erdem Bey gelenleri bir bir tanımaya çalışırken, birden salondakilerin tüm dikkatleri gelen çifte yönelmişti.

Kendisi de merak etmişti.

Kimdi aşırı ilgi çeken bu çift?

Merakla kapıdan girenlere bakıyordu.

Gelen Erdem Bey'in Ali adındaki ilkokul arkadaşıydı.

Ali Bey okumamış ticarete atılmış ve çok zengin olmuştu.

Kendisine herkes "Ali Ağa" diye hitap ediyordu.

Ali Ağa ve eşi en ön masalardan birine yerleştirilmişti.

Geceye katılan üst düzey bürokratlardan bazıları bile, masasından kalkıp Ali Ağa'ya "hoş geldin" demeye gidiyordu. 

Erdem Bey ilkokul arkadaşına olan "aşırı ilgi" ile, kendisine gösterilen "ilgisizliği" kıyaslamaya başlamıştı.

İlkokulda kendisi sınıfın en çalışkan bir öğrencisi iken;  Ali, sınıfını her sene zar zor geçen biriydi. Pek çok sınavda Ali'ye yardımcı olmuştu.

Aradan geçen yıllarda Erdem Bey okumuş ve "avukat" olmuştu. Arkadaşı ise ticarete atılmış ve sayılı zenginler arasına girmişti.

Toplumun "okuyanla" "zengin olana" verdiği değer farkını, burada çok açık görmüştü.

Erdem Bey bu duruma aldırmamış görünmeye çalışmışsa da, kıskanmıştı çocukluk arkadaşını.

Arkadaşının masasına gidip "hoş geldin" demeyi ve "hâl hatır sormayı" düşünmüştü ama, gururu buna engel olmuş ve "O benim masama gelmeli" diyerek, bu düşüncesinden vazgeçmişti. 

Erdem Bey'in bulunduğu masada tanımadığı başka davetliler de vardı.  Ama neticede hepsinin hemşerisi olma olasılığı kuvvetliydi. Bu nedenle birer birer tanışmaya başladı. Hatta bazılarının uzun yıllar göremediği eski dostları olduğunu öğrenmişti. Çoğu "iş adamıydı" ve Erdem Bey hepsine ayrı ayrı kartvizitini vermişti.  

Bu arada Erdem Bey'i tanıyan birkaç hemşerisi de masasına kadar gelip hâl hatır sormuştu. Bu düğün çok iyi olmuştu sosyal çevresini genişletmesi için.

Eşinden izin alarak masaları dolaşmaya başlamıştı.

Hemen her masada bir tanıdığı vardı. Tanıdıkları kendisini ayakta karşılıyor ve o masadaki tanımadığı diğer kişilere "hemşerimiz Avukat Erdem Bey" diye takdim ediyorlardı.

Erdem Bey çok keyif almıştı bu durumdan.

Bu arada uğradığı bazı masalarda kendisine içki ikram ediliyor ve Erdem Bey de bunları geri çevirmiyordu.

Yeniden masasına dönmüş ve eşinin kulağına;

"- Hayatım iyi ki katıldık, bir sürü yeni insanla tanıştım" demişti. 

Bu arada sahnedeki sanatçı Erdem Bey'in ve hemşerilerinin yöresine ait türkü ve oyun havalarına başlamıştı.

Erdem Bey almış olduğu alkolün de etkisiyle;

"- Hadi kalk oynayalım" diyerek; eşinin elinden tutmuş ve sahneye doğru götürmüştü.

Erdem Bey coşmuştu.

Sahnede bütün hünerini gösteriyordu.

Eşi de şaşırmıştı O'nun bu yöndeki yeteneğine. Zira bunca zaman katıldıkları yemek olsun, düğün olsun, nişan olsun; eşinin oynadığına hiç tanık olmamıştı.

Hatta birkaç kez kendisi Erdem Bey'i oynamaya davet ettiği halde, Erdem Bey;

"- Ben koskoca bir avukatım, oynamak bana yakışmaz" demişti.

Oysa şimdi usta bir folklorcu gibi oynuyordu Erdem Bey. 

Tam bu sırada arkadaşı Ali Ağa'nın da, sanatçının söylemekte olduğu yöresel türküye dayanamayıp oynamaya geldiğini görmüştü Erdem Bey.

Birden her şeyi unuttu ve arkadaşı Ali'ye doğru yöneldi;

"- Vaaaaay Ali arkadaşım, na'ber yahu?" diye hararetli bir şekilde sarıldı.

"- Ooooo, Erdem gardaş, sen ha." diye aynı samimiyetle Ali de O'na sarılmıştı. 

Müziğin gürültüsünden fazla konuşamadan bir süre karşılıklı oynadılar.

Sonra birlikte sahneden uzak bir köşeye giderek samimi bir sohbete koyuldular. 

Karşılıklı hâl hatırdan sonra Ali, Erdem Bey'e dönerek;

"- İşlerin nasıl gardaş?"diye sordu.

Erdem Bey bu gibi durumlarda burnundan kıl aldırtmazdı.

"- Çok yoğunum Aliciğim be. birkaç şirketin danışmanlığını yapıyorum, ayrıca sürekli işi olan birkaç müvekkilim var. Eh işte idare ediyoruz" dedi.

Erdem Bey bu samimi ortamdan sonra, arkadaşı Ali'nin avukatlığını kaptığını sanıyordu. Arkadaşı Ali ise;

"- Yav Gardaş, seninle çalışmayı çok isterdim fakat." diye devam ederken, Erdem Bey arkadaşının bu "fakat" diye başlayan kelimesinin devamından, olumsuzluk geleceğini anlamıştı. Ali Ağa devam etti;

"- Bizim şirketler bünyesinde çalışan üç dört avukat var. Gardaş istersen seni de şirkete alalım" dedi.

Bu söz Erdem Bey'in gücüne gitmişti.

Arkadaşı kendisini "eleman alır gibi" almak istiyordu.

Erdem Bey gururundan ve onurundan asla taviz vermezdi.

"- Eksik olma Ali Kardeş, ama, benim işim başımdan aşkın zaten" deyivermişti.

****

Düğün dönüşü eve dönerken saat gecenin ikisini bulmuştu.

Erdem Bey bir taraftan yeni insanlar tanımanın keyfini yaşarken, diğer taraftan arkadaşı Ali'nin davranışına üzülmüştü. Ayrıca toplumun "paralı" insana nasıl değer verdiğini bu gece çok iyi anlamıştı.

Ama dert etmiyordu ve;

"- Benim de gönlüm zengin" diyordu.

**** 

Erdem Bey çevre yolu yerine, sahil yolundan gitmeyi ve eşiyle birlikte İstanbul'un doyumsuz manzarası eşliğinde romantik bir yolculuk yapmayı istemişti.

Ancak sahil yoluna girdiğine ve gireceğine pişman olmuştu.

Manzara gerçekten müthişti. Ancak gecenin ikisinde bile yoğun bir trafik vardı.

Herkes eğlenceden dönüyor olmalıydı.

**** 

Erdem Bey o sabah duruşma sırasını beklerken oldukça heyecanlıydı.

Kendince önemli bir dava olarak görüyordu duruşmasına gireceği davayı.

Baro Odasında bekleyemediği gibi, koridorlardaki sıralarda da oturamıyor,  sürekli elinde çantası ile bir sağa, bir sola volta atar gibi gidip geliyordu.

" Her duruşma ayrı bir stres" diye düşünüyor ve ardından da "bir gün duruşma stresinden Mahkeme koridorlarında yığılıp kalacağım" diye endişe ediyordu.

Benzer olaylar da sıkça yaşanmıştı. Bazı avukatların duruşma sırası beklerken kalp krizinden vefat ettiğini çok iyi biliyordu.

Yanında staj yaptığı avukat üstadının "avukatın emeklisi olmaz, avukat mezarda emekli olur" sözünü anımsamış ve hak vermişti kendisine. Bu meslekte yaşanan streslerin, avukatların çoğunu genç yaşlarda kalp hastası yapabileceğine ve kalpten vefat etmelerine neden olabileceğini düşünüyordu.   

Bu endişeli düşünceler dahi heyecanını yatıştırmamıştı.

Davanın kaybından uğrayacağı maddi zarardan çok; eşinin yakını olan bu müvekkiline nasıl anlatacağını düşünüyordu.

Zaten cahil bir adamdı müvekkili.

Üstelik de davanın kaybedilmesi tüm sosyal çevresinde çabucak duyulacak ve kendisi için çok kötü bir reklâm olacaktı.

Yani bu davanın manevi yönü daha önemliydi.

Her şeyden önemlisi de "Eşine" karşı mahcup olacaktı. 

**** 

Erdem Bey'in korktuğu başına gelmiş ve dava aleyhine sonuçlanmıştı.

Sıkıntısı ve stresi daha da artmıştı.

Nasıl anlatacaktı şimdi bu durumu müvekkiline?

Oldukça sinirli bir şekilde bürosuna gelmiş ve sekreterinden "arayan olup olmadığını" bile sormadan "şekersiz bir kahve getirmesini" söyleyerek, odasına dalmıştı.

Burnundan soluyordu. 

Sekreter kahveyi henüz getirmemişti ki, dâhili hattan Mehmet Bey'in hatta olduğunu söylemişti.

Mehmet Bey; davasını kaybettiği müvekkiliydi.

Ne cevap verecekti şimdi?

Hazırlıksız yakalanmıştı.

Zaman kazanması gerekiyordu. Sekreterine, panik içerisinde;

"- Henüz gelmedi de, duruşmada de." diyerek, "telefonu bağlamamasını" söyledi.

Erdem Bey mümkün olduğu şartlarda arayanlara kendisini "yok" dedirtmez ve böyle yapan bazı Meslektaşlarını da şiddetle eleştirirdi.

Ama şimdi, kendisini telefona çıkacak ve cevap verecek güçte görmüyordu.

Sonra koltuğuna gömülüp düşünmeye başlamıştı.

Nasıl anlatacaktı bu durumu müvekkiline?

Gerçeği anlatmak istiyordu ama, müvekkili davayı kazanacağından o kadar emindi ki. Hatta bir keresine Erdem Bey'e  "aslında bu davada avukata bile gerek yok ama, Valla, sen de sebeplen bu işten diye davayı sana verdim" demişti.

Böyle düşünen birine "davayı kaybettiğini" nasıl anlatabilirdi? 

Sıkıntı ve stresten kalbi fırlayacak gibi oluyordu.

Sonra birden yine yanında staj yaptığı avukat üstadının "avukatlık, her şartlarda çözüm üretme sanatıdır" sözü aklına geldi.

Evet bu mesleği icra ediyorsa her şartta çözüm üretmeliydi.

Ama çözüm neydi???

Bir türlü bulamıyordu.

Sonra bir arkadaşının yarı şaka yarı ciddi "avukat dava kaybetmez, temyiz hakkı kazandırır" sözü aklına gelmişti.

Evet, şimdilik çözümü bulmuştu galiba.

Tam ne cevap vereceğini tasarlıyordu ki, sekreteri dâhili hattan üzgün bir tonla;

"- Mehmet Bey yine arıyor, bağlayayım mı?" diye soruyordu.

Erdem Bey tüm cesaretin topladı ve;

"- Bağla" dedi.

Telefonun öteki ucundaki Mehmet Bey kendinden son derece emin bir tavırla;

"- İyi günler Sayın Avukatım. Hayırlı haberi almak için aramıştım" dedi.

"- Mehmet Abi, hayırlı haber biraz gecikecek" dedi Erdem Bey. Eşinin akrabası olması nedeniyle "Abi" diye hitap ederdi kendisine. Mehmet Bey'in biraz keyfi kaçmıştı ve;

"- Hayırdır avukatım" diye sordu.

"- Mehmet Abi, dosyayı bir üst mahkemeye gönderiyoruz, yani temyiz hakkı kazandık" dedi Erdem Bey. Dedi ama, kıpkırmızı olduğunu hissediyordu.

Mehmet Bey pek anlamamıştı ama, "kazandık" sözü kendisini rahatlatmıştı.

"- Yani bizim dava şimdi daha üst mahkemede mi görülecek?" diye yeniden sordu.

"- Evet Abi, daha üst mahkemede görülecek, Ankara'da, Yargıtay'da" diye pekiştirdi Erdem Bey.

Mehmet Bey'in çok hoşuna gitmişti bu durum.

Tüm yaşamında Ankara'yı önemserdi. En önemli kişiler Ankara'da değil miydi?

Demek ki, kendi davası da Ankara'da görülecekti ha.

"- Güzeeeel" dedi.

Erdem Bey tehlikeyi -şimdilik- atlattığını anlamış ve fırsatı değerlendirmek istemişti;

"- Ama Abi, dosyanın Ankara'ya gitmesi için masraf gerekiyor biliyorsun" dedi yarım ağız.

"- Elbette avukatım, lafımı mı olur? Ne kadar istiyorsan, yarın gönderirim" demişti Mehmet Bey.  

**** 

Erdem Bey telefonu kapatırken, gözlerini de kapatmıştı.

Düşünüyordu. 

(Bu hikaye devam edecektir)

**** 








 
 
 
Sarı Hukuk Bürosu avtr.net üyesidir.